Bilimsel kuramların sancılı bir şekilde yıkılıp yerine yeni paradigmaların oluştuğu her bilimsel sıçramanın ardından, bu yeni paradigmalara dinin dogmaları gibi takılıp kalıyoruz. Oysa ki yalnızca bilimsel gelişmenin değil, her tür gelişmenin temelinde yatan şüphe ve kendini tartışabilme özgürlüğü, her dönemde dar bir alana sıkışıp kalıyor. Batı düşüncesinde yaygın bir kabul gören günümüzün materyalist anlayışı, kuantum ve yeni fizik öncesi yılların paradigmalarına hapsolmuş ve donmuş durumda. Yine de bilimsel gelişmenin geldiği noktaya haksızlık etmeyelim. Günümüzde, yaratıcı ve özgür düşünce sahibi bilim insanları, yaptıkları çalışmalarla, kozmik varoluşun birer parçası olduğumuzu ve kozmik bütünden etkilendiğimiz gibi onu da etkilediğimiz düşüncesini desteklemektedirler.
Çünkü evreni maddesel boyutta kavramamız ve hatta Big Bang’den bu yana evrimin tüm aşamalarını bilmemiz bile, bize varoluşun bütün gerçeğini söyleyemiyor. Bing Bang’le birlikte oluşan zaman ve mekanın içinde evirilen biz insanoğlu yalnızca kendi zaman ve mekan algımız ve kendi öznelliğimizle bu evren de varız. Öznelliğimiz bizi, varoluşu kendimize özgü algılarımızla algılayıp, varoluşun gözlemcisi haline getirir ve bu algı da bizleri evrenin merkezi bizmişiz yanılsamasına götürür. Kendi gözümüzle görür, kendi aklımızın kapasitesi kadar algılarız ve gerçeklik de bizim algılarımızın sınırlarına hapsolup kalır. Ancak gözlemleyen kendini gözlemlediği şeyle aynı olduğunu kavradığında, yani kendi zaman ve mekan algısının dışına taşabilmeyi öğrendiğinde, aslında hep’lik ve hiç’liğin olmadığını kavrayabilir. Zaman ve mekan algısının olmadığı yerde evrenin devasa boyutunun bir anlamı kalmadığı için hiçlik duygusundan, kendi öznel algımız ortadan kalkacağı için de hep’lik duygusundan kurtulabiliriz. Bunun için saatlerce meditasyon yapmak şart değil. Yaşantımız boyunca, sanatla, doğayla, aşkla karışık kısa anlarla da olsa yakaladığımız, zamansızlık ve mekansızlık içeren zihin durumumuzu geliştirip, mümkün olduğunca yaşamın bütününe yaymaya yönelik çaba gereklidir. Kendi öznelliğimizi oluşturan, bütünden ayrı ve özel olduğumuz algısını aşıp, kendi dışımız gibi kendi içimizi de gözlemlemeyi öğrendiğimizde yola girmiş oluruz. Tabi ki yol çok uzun insanoğlunun tarihi kadar eski olan kolektif bilinçaltından, genlerimizden ve yaşantılarımızdan beslenen düşünsel ve duygusal kalıpların yıkılıp, farkındalığın gelişmesi sürecini içeriyor. Yolun sonuna varana kadar tabi ki acı çekeceğiz, endişe duyacağız, yıkılan savunma mekanizmalarımızın sahte de olsa korunmasından mahrum kalıp daha çok dibe vuracağız. Ama kimliğimizi ve kişiliğimizi bu sübjektiviteden arındırmayı başardığımız da bizleri nelerin beklediğini idrak edebiliyorsak eğer bu yol da ilerlemek için gerekli motivasyona sahibiz demektir.
Bizi bu yolda ilerletebilecek pek çok aracımız var. Astroloji de bunlardan bir tanesi, kendini anlamanın, tanımanın, farkındalığımızı geliştirmenin, varoluşun neden ve nasıllarını kavrayıp evrene vereceğimiz kendi cevabımızı bulmanın yollarından biri. Öyleyse astroloji bizim bu yolda ilerlememize ve aradığımız cevapları bulmamıza nasıl yardımcı olabilir?
Pek çok kadim öğretinin de kullandığı bir söz vardır. “Yukarıda ne varsa, aşağıda o vardır” Bununla anlatılmak istenen, aşağıdaki “ben”in yukarıdaki gökyüzünün bir yansıması olduğu, yukarıdaki bütünün kendi içinde deviniminin aşağıya yansıması, aşağıdan cevap bulan bu yansımanın da yukarıyı etkilediğidir. Özünde aşağısı yukarısının, yukarısı da aşağısının bir aynasıdır. Hangisi gerçek, hangisi yanılsama, ya da ikisi birden hem aynı zamanda gerçek, hem aynı zamanda yanılsama mı? Biz aşağıda “ben” algısı içerisinde yaşayanlar için, bu sorunun cevabının ne önemi var? Biz neden hem aşağıyı ve yukarıyı, hem de bütün içinde kendimizi ayrı hissederiz? Neden bazılarımız için bu ayrı olma hali çok daha belirgindir? Öyle ki bazılarımız neden rengarenk çiçeklerle dolu bir bahçede yaşıyorken bile, kendilerini bir ayrık otu gibi hissederler? Ayrıca neden sayıları çok daha az da olsa bazılarımız kendini bu bahçeye ait ve bu bahçenin ayrılmaz bir parçası gibi hissedip, yaşamın doğal akışı içinde çiçek dalgalarıyla sörf yapar? Bu soruların cevabını, İçimizdeki Gökyüzü kitabinda Steven Forrest şöyle açıklıyor. “…önemli olan dünyayı dolaysız olarak deneyimlemediğimizin, bilgi ve anlayış kanalıyla deneyimlediğimizin farkına varmaktır. Dünyayı algılama, beynimizin kıvrımları, kafamızın içinde oluşan elektrokimyasal bir fenomendir. “ Sonuç olarak da, bu varoluş içindeki “ben”i, varoluşun diğer unsurlarından farklı olarak, kendimizce nasıl algılayıp, nasıl tanımlıyorsak işte o bizim egomuz oluyor. Bu algı ve tanım, kişiden kişiye değişen benzersiz bir oluş olarak ortaya çıkarıyor. Bu benzersizliğin nedeni, genlerimizden, özgür seçimlerimizden, deneyimlerimizden, kendimize özgü biyokimyasal yapımızdan kaynaklansa da, bugün astrolojiyi “fal” amacı dışında kullanan ve insanın varoluşunun ifadesi ile astroloji arasındaki ilişkiyi deneysel olarak gözlemleyenler, yıllardır yukarıdaki güneşin bulunduğu yerin ve aldığı etkilerin, aşağıdaki “ben”i nasıl oluşturduğunu, hayranlık uyandıracak bir düzeyde açıklayabiliyorlar. Bazılarımıza, ne kadar uzak, ne kadar anlamsız gelirse gelsin, konunun biraz derinine indiğimizde, gökyüzünün üzerimizdeki etkisine yönelik pek çok araştırma sonucunun yayınlandığını ve bunun astrolojik etkileri onaylayacak bir temel oluşturabileceğini görüyoruz. Tabi ki esas soru, güneş, ay ve gezegenlerin üzerimizde oluşturduğu bu etki, bir sonuç mudur, yoksa bir neden midir? Yani doğduğumuzda gökyüzü öyle olduğu için mi biz böyleyiz, ya da biz böyle olmak için mi, o anda doğmayı seçiyoruz? Bu sorunun cevabı sizin varoluş anlayışınıza kalmış. Peki, bu soruya verilen cevap gökyüzünün etkisini değiştirir mi? Cevabın evet ya da hayır olması bu etkiyi ortadan kaldırmaz, ancak bizim varoluş karşısında edindiğimiz tavır, yaşama bakışımızdan temellenen her tercihimiz bilincimizi, bilincimizde yolumuzu etkiler. Şu ya da bu yolda yürümek ise farkındalığımızın evrilmesini etkileyeceğine göre, tabii ki sonuçta kimliğimizin ve kişiliğimizin dönüşümü etkilenecektir.
Bir semboller dili olan astroloji, yukarının aşağıya yansımasını bize tercüme eden kadim bir öğretidir. Nedir bu semboller ve neyi temsil ediyorlar?
Güneş egomuzu (aynı zamanda tabi ki egosuzluğumuzu da) oluşturuyor. Kimlik duygumuzu, benlik algımızı, kendimizi nasıl ifade ettiğimizi, kendimizi nasıl parlatıp, nasıl silikleştirebileceğimizi, kendimizi nasıl büyütüp, geliştireceğimizi , nereye gideceğimizi gösteriyor. Yaşam sevincimizi ve yön duygumuzu güneşimizden alıyoruz.
Ay, duygularımızı nasıl algıladığımızı, nasıl ifade ettiğimizi ve nasıl tatmin ettiğimizi, kendimizi güvende ve rahat hissedeceğimiz davranış kalıplarımızı ve bize nereden geldiğimizi söylüyor.
Merkür, kendimizi ve dünyayı nasıl algıladığımızı, nasıl düşündüğümüzü, nasıl iletişim kurduğumuzu, nasıl öğrendiğimizi, nasıl öğrettiğimizi ve merakımızı nasıl ve nereye yönlendireceğimizi belirliyor.
Venüs, nasıl sevdiğimizi ve nasıl sevilmek istediğimizi, nasıl aldığımızı ve verdiğimizi, ilişki kurma biçimlerimizi, duyularla ya da maddi olarak elde edebileceğimiz konfor ihtiyacımızı ve bu ihtiyacı nasıl tatmin edeceğimizi söylüyor..
Mars, dürtülerimizi, kendimizi nasıl ortaya koyduğumuzu, istek ve irademizi yaşama nasıl dayattığımızı, nasıl savaştığımızı ve nasıl var olduğumuzu anlatıyor.
Güneş, Ay ve bu üç gezegen bir arada, ben kimim, nasıl hissediyorum, dürtülerimi nasıl kontrol ediyorum, nasıl düşünüyorum, nasıl iletişim ve ilişki kurup, kendimi yaşamda nasıl var ediyorum sorusunun kişiye özel cevaplarını veriyor. İşte bu beş unsurun bulunduğu burç, ev ve karşılıklı etkilerinden oluşan “ben” ;
Jüpiter’den inançlarını, ahlakı, erdem sayılan değerleri, iyimserliği ve yaşamı anlamlandırma çabasını alarak süper egosunu nasıl oluşturacağını,
Satürn’den ise çalışmayı, disiplini, sorumluluğu, sınırları ve bu dünya da yaşamanın gerçeğini, bu değerleri öne çıkarmamız gereken alanları ve süreçleri öğreniyor.
Bu yedi sembolle şekillenen kişi, kendini dışarıya, doğduğu anda doğu ufkunda bulunan burç olan yükselen burcunun filtresinden geçirerek ifade ediyor. Yani yüzüne yükselen burcunun özelliklerini taşıyan bir maske takıyor.
İşte buraya kadar, bu varoluşumuzun amacına uygun ilerlemek için ihtiyacımız olan tüm argümanlar bu sekiz sembolde saklı, eğer doğum haritamızın işaret ettiği yönde kişiliğimizi ve kimliğimizi oluşturup, Jüpiter’in ve Satürn’ün sınavlarından geçmeyi başarabilirsek bizlere yeni farkındalıklarla, yeni kapılar açıp, varoluşun gerçek boyutuna bizi götürecek olan gezegenlerle yüz yüze geliyoruz. Uranüs, Neptün ve Pluto bizi daha ağır, daha suptil ancak bir o kadar da derin konularda sınava tabi tutuyor. Üstelik bu sınavlara tek başımıza değil kendi jenerasyonlarımızla birlikte giriyoruz ve bu üç gezegenin dönüşüm enerjilerine toplumsal olarak açılıyoruz. Bu üç gezegen neyi ifade ediyor? Varoluşumuzu ne kadar ve nasıl etkiliyorlar?
Her şeyden önce bu üç gezegenin ana teması özgürleşmedir.
Uranüs; aklın özgürleşmesini, bilginin saflaşması ve nesnelleşmesini, dinin dogmalarından, bilimin paradigmalarından, sipiritüelliğin aldanışlarından ve her çeşit sınırlardan bilgiyi ve aklı özgürleştirmeyi,
Pluto; bilinç altımızın temizlenmesini, kendi içimizde, toplumsal değer yargıları ile çatışmamak ve uzlaşmak için yarattığımız tüm pembe tablolarla, bastırdığımız ve yok saydığımız cinsellik ve güç arzusu ile, insan olmanın en dibinde yatan en vahşi ve en pis tarafımızla yüzleşmeyi, bu duygulardan arınmayı ve dürtülerden özgürleşmeyi,
Neptün; egonun şefkat, merhamet ve sanatla aşılmasını, egonun varoluşla bütünleşmesini, varoluşun içinde çözülmesini ve sonuçta egodan özgürleşmeyi ifade ediyor.
Bu üç gezegen aracılığı ile gerçek özgürlüğe ulaşabiliriz ya da yarı yolda kalıp üçünün gölgeleri ile boğuşuruz. Şöyle ya da böyle, hepimiz de var olan bu gölge düşünce ve davranış biçimleri tez ya da anti tez şeklinde kişiliğimize aşağıdaki gibi yansır;
Uranüs’ün gölgesi, kendi aklımızı her şeyden üstün görüp, tek gerçeği kendi rasyonalitemiz zannetmek, akla tapmak ya da aklı tümüyle değersizleştirmek,
Pluto’nun gölgesi, içsel gücümüzü keşfettiğimizde bu gücün her şeyden üstün olduğunu düşünmek, güce tapmak ya da güçsüzlük, korkaklık.
Neptün’ün gölgesi, farkındalığımız artıkça ulaşılan varoluş boyutunun son olduğunu ve yalnızca bize lütfedildiğini sanmak, sipiritüel egoya tapmak ya da benliksiz tavırlar ve kurban psikolojisi şeklinde ortaya çıkar. Kendinize ve çevrenizdekilere bakın, ipuçlarını mutlaka göreceksiniz.
Yukarıda verilen çerçeve hepimizin doğum haritalarında farklı dokularla işlenerek, yaşamın belli dönemlerinde aktif ya da pasif karşımıza çıkıyor. Bu tablonun bütünü ise varoluşumuzla ilgili soruların cevaplarını içeriyor. İnsanoğlunun varoluşunun, bu evrenden aldığı bir nedeni ve bu yaşamdaki edimlerimizle de evrene vermemiz gereken bir cevabı olduğuna inanıyorum. Esasen hepimiz aradığı gizem olan bu “neden” ve bu nedene bağlı olarak evrene vermemiz gereken en özlü “cevap” ise astrolojik haritalarımızda gizli. Öğrenmek istediğiniz bu ise eğer, astroloji ile doğru yollardan birindesiniz demektir. Parmak izlerimiz kadar benzersiz olan doğum haritalarımız, gökyüzünün bizim üzerimizde oluşturduğu fiziksel, duygusal ve ruhsal etkilerin şifrelerini içerir. Kaldı ki karma bağından kurtulmak, ruhumuzun ifade ediliş şeklinin dönüşümü ise öncelikle kişiliğimizin ifade ediş şeklinin dönüşmesi ile mümkün. Bu dönüşümün de temelinde “kendini bilmek yatar”. İşte bu anahtarların çok önemli bölümüne, dünyanın en kadim bilimi olan astroloji ile ulaşma şansına sahibiz.
Ne yazık ki, günümüzde astrolojinin bir fal gibi kullanılmasının onun değerini nasıl yerden yere vurduğunu üzüntüyle izliyoruz. Bu astrolojiye çağlar boyunca yapılmış çok büyük bir haksızlık ve hala bir umut sömürüsü olarak kullanılması ise çok yazık. Astroloji belli ilkeler göz önüne alınarak bir öngörüm tekniği olarak kullanılabilir. Bize geleceğe yönelik fırsatlarımızın neler olabileceğini, olumsuz dönemlerimizi ve bu olumsuzluklara karşı kendimizi nasıl koruyabileceğimizi de söyler. Ancak, astrolojinin bize geleceğe yönelik olarak verebileceği en değerli bilgi dönüşüm zamanlarımız ve dönüşüm enerjilerine hangi dönemlerde daha açık olabileceğimizdir. Tabi ki, bunun yanında göz önüne alınması gereken çok önemli bir olgu var. Bilinç ve farkındalık durumumuzun her zaman belli olaylar karşısında oluşabilecek seçim ve sonuçları etkiler. Bu unsurlar, aynı doğum haritasına sahip olsak da, aynı yolda yürüsek de, bizlere farklı bir yürüyüş şekli ve hız getirmekte, haritalarımızda var olan karşıtlıklardan birini ya da diğerini daha güçlü ifade eden seçimlere yönelmemiz ise, bazen ana yoldan ayrılıp tali yollara sapmamıza neden olmaktadır. Bizi parmak izlerimiz kadar benzersiz yapan yalnızca doğum haritalarımız değil, doğum haritalarımızda var olan potansiyellerimizi ve seçeneklerimizi nasıl kullandığımızı belirleyen bilinçli ya da bilinçsiz seçimlerimizdir. Evren bize bir kader ya da alın yazısı sunmaz. Evren bize varoluş nedenlerimize ve bu nedenlere vereceğimiz cevapları oluşturmamız için ihtiyacımız olan kaynakları verir. Bu kaynakları kavramak, geliştirmek ve bizi evrenle bir arada mutluluğa götürecek yola aktarmak, bilgimiz, farkındalığımız ve seçimlerimize bağlıdır.
Nalan YILDIRIM