top of page
MERKÜR-SİTE.png

Merkür ve Farkındalık

 

“Kendiniz hakkınızda bilgi edinmek ve kendiniz hakkınızda bir şeyler öğrenmek farklı şeylerdir; çünkü hakkınızda topladığınız bilgi daima geçmişe aittir, geçmişin yükünü taşıyan bir zihin de hüzünlü bir zihindir. Bir şeyi anlamak için onunla yaşamanız, onu gözlemlemeniz, bütün içeriğini, doğasını, yapısını, hareketlerini bilmeniz şarttır. Kendinizle yaşamayı denerseniz, ‘kendiniz’in durağan bir hal olmadığını, taze, canlı bir varlık olduğunu anlamaya başlarsınız. Canlı bir varlıkla birlikte yaşamak için zihninizin de canlı olması gerekir." 

Krişnamurti 

 

Zodyak yani burçlar kuşağı Koç ile başlar. Koç burcu bize yaşamın dışa vurumunu, ilk başlangıçları ve doğumu. anlatır.  Ateş elementinin Koç ile başlayan dünyevi döngüsü eril yapısından dolayı gelişme ve büyüme odaklıdır. Ardından dişil toprak burcu olan Boğa güvenlik ve korunmayı odak noktası olarak alıp, varoluşun dışa yansıyan enerjisini içe çeker besler ve korur. Zodyak’ın birinci ve ikinci burcu Koç ile Boğa arasındaki bu ilişkinin benzeri, üçüncü ve dördüncü burç olan İkizler ve Yengeç arasında da vardır. İkizler farkındalığın dışa yansıyan, gelişip büyümek ve “var olmak” isteyen haliyken, Yengeç farkındalığın içe yansıyan korunup, derinleştirilen ve beslenip dönüştürülebilen halini temsil eder. Farkındalığa bütüncül bir bakış açısı ile yaklaşmak istediğimizde, Zihinsel tavrımızı, rasyonel aklımızı, nesnel ve tarafsız bakış açımızı temsil eden İkizlerle birlikte, duygulara yaklaşımımızı, duygusal zekâmızı, kendimize özel ve taraflı bakış açımızı temsil eden Yengeç burcundan da söz etmek zorundayız. Esasen kadim astroloji bu iki burcu ard arda yerleştirirken şunu söylemek istiyor olsa gerek. “Zihinsel farkındalık ve nesnel bakış açısına sahip olmadan içsel farkındalığımızın en derin haline ulaşamayız.”

 

Spiritüel dünyada koşulsuz sevgi farkındalıkla ilişkilendirilir ve genel olarak da farkındalık dendiğinde, evrenin veya Tanrının düzenini idrak edebilme yetisinden söz edilir. Ancak bizi bu noktaya götüren nesnel farkındalığımız ise ya yok sayılır ya da küçümsenir.

Koşulsuz sevgi tabi ki kalpten gelir ancak sevgiyi de içine alan duygular yapıları itibariyle kişilerin yaşam deneyimlerinden edindikleri sübjektif yargıyı da içinde barındırır. Çünkü su elementi kollektif bilinç dışından aldıklarımız da dahil olmak üzere geçmiş yaşantılarımızın içe yansıyan izlerini temsil eder ve bu izler çoğu zaman tamamen bize özel ön yargılarımızın ve sübjektivitemizin süzgecinden geçerek duygularımızı oluştururlar.  Su elementi, duygusal zekâ aracılığı ile farkındalığın önemli bir kaynağı olduğu kadar, yanılsamaların, aldanışların, ilizyonların ve kendimizi koruma adına geliştirdiğimiz savunma mekanizmalarının da kaynağını oluşturur.  Ve üstelik, bütün öznelliği ve sübjektivitesine rağmen, su elementi aynı zamanda dönüşümün ve değişimin de kaynağıdır. Dolayısıyla bu dünya daki ruhsal tekamülün esas zemini budur: Geçmiş yaşantılardan gelen izlerin dönüştürülmesi ve koşulsuz sevgiye ulaşmak. Yani farkındalığın içkin halini yaratmak.

O zaman farkındalık nedir?  Farkındalık bir şeyi fark etme yani bilme halidir. İnsan zihninin düalist yapısının bir ürünü olarak da görülebilir. İnsanoğlunun bir şeyi, bir diğerinden ayırt edebilme, tanımlayabilme ve kıyaslayabilme yetisinin özüdür.(Ki bu yeti de her şeyi bir başka şeyden referans almadan tanımlayamayan ve bilgi üretemeyen zihinimizin düşünme ve algılama biçiminin özünü oluşturur.)  “Cogito, ergo sum": " Düşünüyorum, öyleyse varım”, yani düşünce yoluyla kendimi fark ediyorum ve kendimi biliyorum anlamına gelir. Farkındalık aracılığı ile edindiğimiz bilgiler, yalnızca kendimizi değil, dünyayı anlamamızı, yorumlamamızı, öğrenmemizi, yaşam vizyonumuzu oluşturmamızı, geleceğe yönelik planlar yapmamızı ve umut beslememizi sağlar. Fark etme yeteneğimiz, aynı zamanda “benlik” algımızın da temelini oluşturur. Yani farkındalık aracılığı ile kendimizi tanımlar, diğer kişilerden ayrı ve farklı olduğumuzu algılarız. Ayrı olma hali ise,  bütünden kopuk ve dışarıda olma duygusunu da beraberinde getirir. Benlik algımızı oluşturan farkındalığımız, aynı zamanda ayrılık, aidiyetsizlik ve yalnızlık duygusunun ve hatta korkusunun da kaynağını oluşturur. İnsanın sipirütüel gelişiminin en temel parodoksu da budur. Astrolojinin tüm çatışan değerlerinde olduğu gibi burada da sorun ve çözüm aynı torbanın içindedir. Yani aidiyetsizlik duygumuzun ve kendimizi ‘bir’  olandan ayrı hisetmemizin ana nedeni olan farkındalığımız sayesinde, hem kendimize objektif bir pencereden bakmaya başlar, kendimizi anlar, öğrenir,  geliştirir ve hem de ayrı olma halimizin yarattığı korkuyla güdülenerek, tekrar “bir” olma halini ararız.

 

Kişisel farkındalık, duygularımızın, düşüncelerimizin ve eylemlerimizin tarafsız bir şekilde ayırdında olmak demektir. Kendimizle ilgili doğru bilgiye ulaşmak, yeteneklerimizin, yeteneksizliklerimizin ve kaynaklarımızın sınırlarını bilmek demektir. Bu sınırları doğru bilirsek eğer gerçek olmayan beklentilerden oluşan hayal kırıklıkları ile karşılaşmaz ve suçluluk duygusundan muzdarip olmayız. Kişisel farkındalık aynı zamanda çevremize, ilişkilerimize ve olaylara da dışarıdan, tarafsız ve tüm olasılıkları görebilen bir akıl aracılığı ile bakmak demektir. Çevremizi doğru gözlemleyip tarafsız algılamak da çok önemlidir. Ne kadar tarafsız bakabilme yeteneğimiz varsa o oranda daha az önyargı oluştururuz.

 

Farkındalık nesnel öğrenme, anlama yani bilme haliyle başlayıp, sübjektif hallerimize ve duygularımıza kendimizin dışına çıkıp, yine kendimizi tarafsız bir bakış açısıyla gözlemleyebilme yeneteğine kadar ilerleyebilir. Farkındalık “bilme” ile başlasa bile kendine, kendinden özgür olarak bakabilen “şahit” ile derinleşebilir.

 

Bilgi tam olarak nedir? Genel olarak geçmiş deneyimlerin izlerinin, önyargı adını verdiğimiz, kendi sübjektif filtrelerimizden geçen kalıntılarına bilgi deriz. Ne kadar rasyonel olursak olalım, bu izlenimler bize özeldir. Yani bu izlenimlerin nasıl algılandığı, kendi yarattığımız filtrelerin şeffaflığına bağlıdır. Filtrelerimizin ne kadar şeffaf olduğunu anlamamız çok zordur. Çünkü her şeye zaten filtrelerimizin oluşturduğu gözlükten bakar, başka türlü bir bakışın farkında bile olmayız. Subjektif ve objektif düşünce bu nokta da ayrışmaya başlar. Subjektivite, başka türlü bir gözlüğün yani filtrelerin varlığını ret etmek ve herkesin kendisinin ki gibi bir gözlüğü olduğuna inanmaktır. Objektivite ise herkesin faklı bir gözlüğe sahip olma olasılığını kabul etmek demektir. Diyelim ki başka gözlüklerin de olduğunu kabul ettik. Ama bu noktada daha zorlu bir problem devreye girer. En iyi yani en şeffaf gözlük kiminki? Tabi ki hepimiz kendi gözlüğümüzü seçmeye eğilimliyizdir.  O zaman deneyimlerimizden edindiğimiz bilgilerin tarafsızlığından nasıl söz edebiliriz. Kendi filtrelerimizin ne kadar şeffaf olduğunu nasıl anlayabiliriz? Şahit olarak. Yani,  kendi ön yargılarımıza, vizyonumuza ve nesnel olduğunu sandığımız bakış açımıza dışarıdan bakan ve hiçbir ön yargıdan beslenmeyen bir “şahit” olarak. Yani “farkındalığın farkındalığını” geliştirerek.

 

Esasen, önyargı öğrenmenin olmazsa olmaz bir parametresidir. Aksi taktirde her gördüğümüz nesneyi, yada ortamı, her girdiğimiz ilişkiyi, tanıdığımız her insanı ve hatta kendimizi, tekrar tekrar öğrenmek ve tanımak zorunda kalırız. Zihnimizin taşıyamayacağı bu külfetten bizleri ön yargı kurtarır. Yani kendimizle, tanıdıklarımızla, yaşadığımız ortamla ilgili etiketlerimiz daha önceki deneyimlerden oluşmuştur ve bu etiketler, doğal olarak hayatımızı çok da kolaylaştırır.  Ve hatta bu etiketler olmazsa öğrenme işleminin gerçekleşmesi mevcut beyin fizyolojimiz açısından imkansızdır. Bu etiketleri yan yan ve üst üste koyarak kümülatif olarak öğreniriz. İşte bu etiketler güçlü inançlara ve önyargılara dönüştüğünde bakış açımız daralır. Yaşamı ve kendimizi tarafsız olarak algılamaktan uzaklaşırız. Şahit olmak, her çeşit inançtan ve önyargıdan uzak olarak bir olaya ya da nesneye tarafsız bakabilmek demektir. Ancak kendi kendimizin şahidi olabildiğimizde, önyargılarımızın varlığını kavrayabilir, sonuçlarını anlayabilir, onları değiştirilme ihtiyacını belirleyebilir, önyargılarımızın bilincinde olabiliriz. Kısacası, önyargı hem öğrenmeyi kolaylaştıran, hem de yeni ufuklara açılmayı engelleyen bir araçtır. Farkındalığın ışığını en fazla tutmamız gereken alandır.

 

Bu nedenle nesnel farkındalık olmadan bilgiye ve öğrenmeye ulaşamayacağımız gibi, ön yargılarımızı tanımadan ve bilmeden de, kendi kendimizi gözlemleyen bir “şahit” e dönüşemeyiz ve yaşama net, açık ve korkusuz bir gözlükten bakamayız. Ve tabidir ki kendimizi gözlemleyen, kendimizi seyretmek ve onun şahidi olmak  (farkındalığın farkındalığı) olan ikinci aşamanın gerçekleşmesi imkansızlaşır. Çünkü ikinci aşamada tutarsızlıklarımıza neden olan subjektif kalıplarımızı ortaya çıkarmamız gerekir. Daha da zoru, yanılsamalarla dolu bir yaşantıyı farkındalık zannederek sürdürme riskimizi görmeliyiz ve bu yanılsamaları gerçekmiş gibi kalpten kabullenme eğilimlerimizin varlığını fark etmeliyiz.

 

Aksi taktirde zihnimiz, davranışlarımızla düşüncelerimiz ve duygularımız arasındaki uyumsuzluğu gördüğünde, bu çelişkinin üstünü kapatmak için her çeşit çareye başvurur. Çünkü bu çelişkiyi açıkça görmek, kendi kendimizi tutarsız ve güvenilmez olarak etiketleyip, öz saygımızı yitirmemize neden olur. Bu nedenle, esasen içten bir şekilde onaylayamadığımız edimlerimize sürekli geçerli bir neden yaratır ve bu neden üzerinden onları dış dünyaya karşı sarsılmaz bir inançla savunuruz. Bu çelişkiye düşüp düşmediğimizi anlamak için gönüllü olmak cesaret ister. Ve bunu kabullenmeye hazır, olgun bir bakış açısı gerektirir. Bu nedenle Merkür açısından öncelikle  “öğrenme” önemlidir. Önce geliştirmek ya da değiştirmek istediğimiz tutum ve davranışımızın, bizim hangi duygumuzdan ya da duygularımızdan temel aldığını ve onu dönüştürmek istediğimiz doğru modelin ya da anlayışın ne olduğunu öğrenmeliyiz. Sonra da bu bilgiyi yaşama geçirirken kendi kendimizin gözlemcisi ve şahidi olmalıyız. Zaten, an itibariyle var olan her bilgi ve duygusal izler belli oranlarda geçmiş yaşantıların sübjektif filtrelerinden geçmiş halleridir. Dolayısıyla bilgi geçmiş yaşantıların sonucu ile edinilirken, farkındalık sürekli bir öğrenme halidir ve geçmişte değil anda oluşur.

 

“Hiç kendinizle yaşamayı denediniz mi? “ diye soran Krişnamurti ile devam edelim:  

Kendiniz hakkınızda bilgi edinmek ve kendiniz hakkınızda bir şeyler öğrenmek farklı şeylerdir; çünkü hakkınızda topladığınız bilgi daima geçmişe aittir, geçmişin yükünü taşıyan bir zihin de hüzünlü bir zihindir. Bir şeyi anlamak için onunla yaşamanız, onu gözlemlemeniz, bütün içeriğini, doğasını, yapısını, hareketlerini bilmeniz şarttır. Kendinizle yaşamayı denerseniz, ‘kendiniz’in durağan bir hal olmadığını, taze, canlı bir varlık olduğunu anlamaya başlarsınız. Canlı bir varlıkla birlikte yaşamak için zihninizin de canlı olması gerekir. Kendimizi anlamak için ayrıca alçakgönüllülüğe ihtiyacımız var. İşe, Kendimi tanıyorum, diyerek başlarsanız kendiniz hakkında yeni şeyler öğrenmeyi zâten bırakmışsınızdır; veya, “Hakkımda öğrenilecek pek bir şey yok çünkü ben bir hatıralar, fikirler, deneyimler ve gelenekler toplamıyım,” derseniz, o zaman da kendinizle ilgili gerçekleri öğrenmeyi bırakmış olursunuz.” (yazının tamamına ulaşmak için; http://tanrivarmi.blogspot.com.tr/2010/09/jiddu-krishnamurti-bilinenden-kurtulmak.htm)

 

Nesnel bakış açımızı, öğrenme ve anlama biçimimizi, ve bilgiye nasıl ulaştığımızı temsil eden  Merkür, duygusal ve ruhsal dönüşümümüze temel bir vizyon oluşturacak  farkındalığa bakış açımızı yani nasıl bir şahit veya gözlemci olduğumuzu da belirler.  Bu nedenle Merkür, ezoterik astrolojide Tanrı’nın şahidi olarak bilinir. 

 

Şimdi, merküryen prensip nedir ona bakalım. Astrolojide Merkür, mevcut olanın doğruluğundan ve tarafsızlığından şüphe ederek, onu değiştirmek daha nesnel bir zemine oturtabilmek için öğrenmek, yeni bilgiye ulaşmak, eski ve işe yaramayan bilgileri, yenisiyle değiştirmek ve hepsinden önemlisi, tüm bu sürecin amacına uygun gerçekleşip, gerçekleşmediğinin şahitliğini yapmaktır. Merkür için yüzyıllardır değişmeden kullanılan anahtar kelimeler; Nesnellik, merak, şüphe, öğrenci, öğrenme ve şahittir. Görüldüğü gibi bu anahtar kelimelerin içi dolduruldukça ortaya çıkan ana başlık ise: Farkındalığın Farkındalığıdır.

 

Merkür bizden ne ister?

  • Her şeyden önce kendi değer kümemize ve her şeyi yeni baştan tanımak, bilmek ve öğrenmek külfetinden bizi kurtaran önyargılarımıza nesnel bir bakış açısından bakıp bakmadığımızın ayırdında olmamızı ister.

  • Yaşama nesnel ve tarafsız bakabilmeyi, kendimizle ilgili tanımlarımızla ve benlik algımızla, yaptığımız eylemlerin ve kendimizi yaşama sunuş biçimimizin aynı olup olmadığını fark etmemizi ister.

  • Dahası kendi değerler kümemize, ahlak ve etik kurallarımıza uyup uymadığımızı kontrol etmemizi ister. Yani ne kadar tutarlıyız? Sorusunun cevabını bilmemizi ister. Tutarlı olup olmamak başka bir şeydir. Tutarlı olduğumuzu ya da olmadığımız anlamak ve onun şahidi olmak başka bir şeydir. Burada Merkürü ilgilendiren birinci derecede şahitlik halidir. Merkür tutarsız olduğunu bildiğimiz halde, aynı edimlere devam etmekten kaynaklanan çelişki ile de ilgilenir. Merkür aracılığı ile kendimizi eleştirir ve yargılarız.

  •  Merkür aynı zamanda, tutarsızlıklarımız için kendimize çok güçlü nedenler yaratma yeteneğini de bize verir.   İşte kendi tutarsızlığımızdan kaynaklı deformasyonu meşrulaştırma kapasitesini de bize sunması Merkür’ün en büyük handikapıdır.

  • İşte farkındalığın farkındalığı burada başlar. Farkındayım ama…. Diye başlayan cümlelerin “ama” dan sonraki bölümlerini gerçekten fark etmek. Ki genel olarak ‘ama’ dan sonra gelen nedenler duygusal bir zorluktan ve ön yargılardan kaynaklanır.  Mesela, ama bunu yapmazsam işten kovulurum :(Maddi ihtiyaçlarımı karşılayamam korkusu)

  • Merkür anla ve gelecekle ilgilidir ona göre mevcut her bilgiye ve her deneyime şüphe ile bakılmalı, her bilgi ve deneyim daha tarafsız bir yapıya ulaşabilmek için dönüştürülmeli ve yeni bir vizyondan tekrar tekrar tanımlanmalıdır. Ancak bu şekilde farkındalığımız dinamik bir yapıdan beslenerek gelişip, derinleşebilir.

  • Yani Merkür nasıl bir öğrenci olduğumuzu anlamamızı ister. Çünkü öğrendiklerimizin niteliği, nasıl bir öğrenci olduğumuzla doğrudan ilgilidir

 

Subjektif düşünme biçimine ne kadar yatkın olduğumuz, doğum haritalarımızdan okunabilir.  Genel olarak Ateş ve Su burçları sübjektiviteye, hava ve toprak burçlarına oranla daha eğilimlidirler. Merkür’ ün bulunduğu burç öznel ya da nesnel düşünme, yargılama ve öğrenme biçimimizin tonunu belirler. Ama ilk üçlü dediğimiz Güneş, Ay ve Yükselen burçlarının objektif ya da sübjektif eğilimleri de bu süreçler üzerinde etkilidir. Güneş, Ay ve yükselen burçlar, toprak ve hava elementinde toplanmışsa, kişinin nesnel düşünmeye yatkınlığı yüksetir. Ancak ışıklar (Güneş ve Ay) ve Yükselen, ateş ve su elementinde yoğunlaşmışsa, kişi sübjektif düşünceye eğilimlidir ve en iyi ihtimalle kafası karışık demektir.

 

Daha koşulsuz sevgiyi gündemimize almadan önce düşünmemiz, anlamamız ve öğrenmemiz gereken şey egomuzdur. Koşulsuz sevgi bir sonuçtur ve evrenin büyük planı içerisindeki kendi varoluşumuzun doğru idrakiyle ulaşabileceğimiz “bir” olma halinin dışa yansımasıdır. Önemli olan egonun var oluşunun temel kaynağı olan kendimizi fark etme veya kendimizin ayırdında olma yeteneğimizin yani farkındalığımızın,  aynı şekilde en derinimizde yatan  ayrılık duygumuzun ve aidiyetsizlik korkusunun da sebebi olduğunu ve bu egoyla ne yapacağımızı bilmektir. Günümüzde yaşanan savaşların ve şiddet dolu ilişkilerin altında yatan gerçek neden, aidiyetsizlik korkusundan kurtulmak için bir şeylere sarılma, bir gruba dahil olma, boyun eğme ve bir otoriteye bağlanarak kendini koruma çabasından başka bir şey değildir.  Özünde içsel çaresizliğimizin dışa vurumu olarak ortaya çıkan aidiyetsizlik korkusunun bir kez farkına vardığımızda, önemli bir engeli aşmış oluruz ve ardından da, doğru bir zemine oturması gereken ideal ve sürdürülebilir bir aidiyet anlayışının da ne olacağını bilmemiz gerekir. Üstelik bilmekle iş bitmez. Bilginin deneyime ve yaşantıya dönüşerek idrak edilmesi (İkizlerin karşısındaki Yay süreci) ve farkında olduğumuz tüm bilgi ve idraklerimizin sorumluluğunu üstlenmek (Yengecin karşısındaki Oğlak süreci) gerekir. Bu da tabi ki Satürn ve Jüpiter’in işidir.

Nalan YILDIRIM

bottom of page