top of page

ÖZEL OLMAK MI? FARKLI OLMAK MI?

Güncelleme tarihi: 12 Şub 2021

Her şeyden önce sözüm, içinde yaşadığımız toplumun acılarına duyarsız sözde spritüal söylemlere, bizim hiçbir çaba göstermemize gerek olmadan bir nefesle, bir dokunuşla şifa dağıttığını iddia eden ruhsal programlara, inanç adına geleceğe yönelik umutlarımızı tüketen kader dayatmalarına, her birimizin ne kadar “özel” olabileceğimizi bize pompalayan kişisel gelişim programlarınadır. Tabi ki bilimsel gelişmelerin sonuçları ile kadim öğretilerden geliştirilmiş teknikleri bizlere öğreterek yaşamımızı kolaylaştıran ve ruhumuzu aydınlatan programlar bu yazıdan tamamen muaftır. Ve yaşamımıza izlerini bırakan gerçek ruhsal öğretmenlerimizin muafiyet sınavlarını yapmak ise hiçbir şekilde benim haddim değildir.

Tüm konularda olduğu gibi gelişim konularında da çağın bilgi kirliliğine maruz kalıyoruz. Bilinçaltımıza kodlanan sloganlardan başımız dönüp duruyor. Yapabilirsin! O yaptı sen de yapabilirsin! Kazanabilirsin! Daha çok kazanabilirsin! Daha yüksek mevkilere, daha büyük başarılara ulaşabilirsin! Sen her şeysin! Sen eşsizsin! Her şeye sahip olabilirsin! Daha çok iste, daha hızlı koş, daha çabuk yap, daha çok çalış, daha çok yüksel, para senin de hakkın daha çoğunu iste. Ya da” Şekerim, görüyorsun senin sorunun ego. Egonu yık! Egonu yok et, tüm sorunlar çözülür.”

İsterseniz, bu sübliminal mesajları dolaysız bir dile tercüme edelim. “Adına motivasyon dediğimiz ver gazı programlarına gel.” Daha çok tüket, daha çok ez, daha açgözlü ol ve hatta doymak bilme. Al, al, al ve al. Tabi ki doymuş gibi görün. Tüketmiyormuş gibi yaşa. Alçak gönüllüymüş gibi ol! Egonu gösterme! Gizle! Spiritüal egoyu boş ver! Reddet! Görünse de anlamazlar. Ve hatta daha çok işe yarayabilir. Tapabilirler.

Cezamız mı? Yabancılaşma, anlamsızlık, yitirilmiş özsaygı. Sonuç mu? Bir türlü gelemeyen ve geldiğinde de yanında doyumsuzluğu getiren para, başarı, birincilikler……ve uyumsuzluk. Çağımızın hastalıkları, huzursuzluk, başarısızlık korkusu, ikiyüzlülük, tatminsizlik, değersizlik, saldırganlık, anksiyete ve depresyon. Evrenin cezaları mı? O daha büyük. Varoluş krizleri. Sahip ol ya da olma ruhundan kazıyamadığın güvensizlik. Özgürleşememe. Ölüm korkusu. Dehşet duygusu.

Ve tabi ki guru olduğunu sananlar da evrenin bir parçası olarak bu sebep-sonuç zincirinin içindeler.

Acaba, bu programların veya rehberliklerin hangisi adaletsizliğe, savaşa ve şiddette doymayan mevcut dünya düzeninin rekabetçi ve tüketici bireylerini yaratma projesinin bir parçası, hangisi ise etkilediği insanlara, etik, ahlaki, ruhsal ve hümanist değerlerden yaklaşan programlar? Bunları birbirinden ayırt edebiliyor muyuz? Bu programları yapanlar, neden yaşadıkları dünya düzeni üzerinde hiç düşünmezler? Hepimize “evren bir bütündür” nutuklarını atarken, en yakınımızda yaşanan ölümlere, tecavüzlere ve savaşlara neden bu kadar duyarsızlar? Şiddetin kaynağı olan “siyasi yapıları” evrenden tamamen muaf tutarak neye hizmet ettiklerinin farkındalar mı? Yaşadığı gezegenle uyumlu, sade, tüketimden ve rekabetten değil de insani değerlerden, barıştan, adaletten, şefkat ve merhametten beslenen bireyler oluşturma amacını güdenler nasıl ayırt edilir? Kimler bizi kendimizle birlikte tüm gezegeni tüketmeye doğru iteliyor? Kimler bilerek ya da bilmeyerek, moda akımlardan, ego oyunlarından, sahip olma tutkusundan ve tüketmekten beslenen tek tip insan yaratma senaryosunun bilinçli ya da bilinçsiz bir parçası? Kimler farklılıklarımızın yarattığı zenginliklere düşman? Ve kimler farklılıklarımızı aşağılıyor, aşağılatıyor? Kimler bireyleşme adına, bizi mahallemizin, ülkemizin ya da gezegenimizin insanlarına, evrene ve hatta kendimize yabancılaştırma projesine bilerek ya da bilmeyerek hizmet ediyor? Bu yabancılaşmadan kim kazanıyor? Ve kim kaybediyor? Dahası, hangi inançlar bizi bu dünyada yaşadığımız gerçeğinden uzaklaştırıp, öteki alem hayalleri ile “yaşamı” kaçırmamızı öneriyor.

Üstelik bu programların hepsinin sloganlarının başında varoluş kadar eski “Kendin Ol.” mottosu var. Tamam, olayım da, kendim neyim? Ben kimim? Ben Mozart değilim ki onun gibi beste yapayım. Ben yandaki komşum da değilim onun gibi börek açayım. Benim yeteneklerim farklı. Benim ayaklarım 39 numara 36 numaraya sığmaz.

Peki, farklılıklarımız nerede başlar, nerede biter?

Bu karmaşadan çıkmak pek o kadar kolay gibi görülmüyor. Üstelik yakaladığımız her cevap da yeni bir soruya gebe olarak karşımıza geliyor. Durum Paulo Coelho’nun dediği gibi “Tam bütün cevapları bulduğunu düşünürsün sorular değişir.”

O zaman yeni soruyu bulalım? Ortak paydamız ne? Tüm farklılıklarımıza rağmen aynı olmamız gereken alanlar var mı?

Sanıyorum doğru yol, hangi farklılıklarımızı besleyip büyütüp zenginleştirebileceğimiz ve bu zenginliği insanlığın bir dokusu olarak koruyup kollayacağımız ve hangi farklılıkları ortak bir zemine doğru geliştireceğimizde yatıyor. Aslında soru doğru olunca cevabı bulmak zor değil. Hele ki varoluşumuzun en özlü amacını gözümüzün önünden ayırmıyorsak cevap daha da kolay ortaya çıkıyor. “İnsanlığın bu dünyadaki evrimi ruhun bu dünyadaki tekâmülünün gereğidir.” Öyleyse ruhumuzu zenginleştirecek, insanoğlunun barış dolu, sağlıklı, mutlu, huzurlu bir dünyada yaşamasına kaynak olacak her farklılıklar, nadide bir çiçek gibi korunmalıdır."

Tabi ki ortak değerler, barış, adalet, şefkat, merhamet, sorumluluk, disiplin, çaba ve değer bilirliktir. Üstelik bu ortak paydaların gelişmediği hiçbir toplumda farklılıklar bir zenginlik olarak görülmez. Ortak değerler yoksa tüketim toplumu sahip olduğumuz bireysel farklılıklarımızdan işine gelenleri tüketene kadar sömürmeye, işine gelmeyenleri ise susturup, dışlayıp, ezip yok etmeye çalışır ve bizleri acı çekmeye mahkum eder. Her birimiz kendimizi ve çevremizi bu değerlere doğru geliştirmek ve büyütmek için gönüllü olmalıyız. Ve tüm kişisel ve ruhsal gelişim programları bu değerlerden asla uzaklaşmamalıdır. Yalnızca bir şartla, bu sözcüklerin içlerini gerçek anlamlarıyla doldurarak. Çünkü bu değerleri hepimiz ağzımıza pelesenk etmiş durumdayız. O kadar çok konuşup, o kadar çok hiçbir şey yapmıyoruz ki, içleri tamamen boşalmış durumda.

Unutmayalım ki gerçek ruhsal liderler oturdukları yerden zihin gücüyle şifa dağıtanlar değildir. Gerçek ruhsal liderler yaşadığı toplumun acılarına duyarlı ve bu acılara karşı insanı tepkiler vererek bize örnek olanlardır. İçinde yaşadığı toplumun bilinç düzeyini, barış ve adaletten beslenen ortak insani değerlere yükseltmek için “ödün vermeden ve korkmadan” sözünü söyleyenler, incinmişlerin yanında olanlar ve onlar için mücadele edenlerdir.

Bence bu programlara katılmadan önce bir düşünün. Kişisel ya da ruhsal olduğunu söyleyen her programın özüne bir bakın. Sizlerin ne kadar özel olduğunuzu söylüyorsa uzak durun. Çünkü hiç birimiz özel değiliz. Özel olduğumuz düşüncesi, sistemin bize dayatmaya çalıştığı ego pompalamasından başka bir şey değildir. Hele ki “özel” olmanın içeriğine daha çok dikkat edin. Özel olmayı, güzellikle, statüyle, başarıyla, parayla, otoriteyle, bilgiyle ve her birimizin birer tanrıcık olduğuyla ilişkilendiriyorlarsa, o programlardan hepten uzak durun. Amacı, bizleri güvensizliğe düşürerek egomuzu şişirmek, umut tacirliği yapmak ve herkesi aynı kalıba sokarak, ya tek tip tüketici bireyi ya da ayakları yere basmayan ve öbür dünya hayaliyle yaşayan “sözde inanç insanlarını” yaratma peşindedirler.

Çoğumuz farklı olmakla özel olmak arasında ki farkı bilmiyoruz. Farklılık yaradılışın bize sunduğu bir zenginlik, bir armağandır. Özel olmak ise statü etki ve güç arayışıdır. Evet hepimiz farklı ve benzersiziz. Ve hepimiz evrenin farklı bir tonunun yansımasıyız. Ama hiç birimiz özel değiliz, özel de olamayız. Yalnızca farklılıklarımızı kullanarak insanlık adına özel şeyler yapabiliriz.

Dinlediğimiz Beethoven’in kendisi değil müziğidir. Seyrettiğimiz Picasso’nun yüzü değil resimleridir. Özel olmak egonun arzusudur. Özel bir şey yaratmak ise ruhumuzla ilgilidir. Ego ölür. Zaman ve mekan kendi içinde onu eritip yok eder. Ama ruhun izleri yarattıklarıyla sonsuza kadar yaşar. Bir düşünün hangimiz özel olduğunu dışa yansıtan insanlara saygı duyuyoruz. Tam tersine hepimiz, insanlık için özel bir şey yapanlara saygı duyar ve şükranla dolarız.

Sonuç olarak, her birimiz evren gibi muhteşem bir bütünün “sadece” bir parçasıyız. “Sadece” bir parça olmanın gerçek anlamı bize egomuzdan dolayı başlangıçta acı verebilir. Ama tercihimizi güç ve etki arayışımızı körükleyen materyalist düzenin yorucu, ezici, kırıcı, tatminsiz, rekabetçi ve çaresizlikle dolu “özel bir bireyi” olmakla; şefkatin, adaletin, onurun, barışın ve kendi doğamızdan gelen güzelliği içinde barındıran evrenin, “sadece” bir parçası olmak arasında yaptığımızı unutmayın. Hangisi huzur, güven ve sevgi dolu? Siz karar verin.

Ama şunu da gözden uzak tutmazsak iyi olur; hepimiz kendi seçimlerimizin sonuçlarını kadere ve yaşamımızın sorumluluğunu da Tanrı’ya veya her hangi bir guruya atmaya eğilimliyizdir. Bizler en derinden değişime gönüllü olmadığımız, içimizdeki evrenin tonunu dışa vuran farklılıklarımızla gurur duymadığımız ve başkalarının farklılıklarını onurlandırmadığımız sürece “bir” olamayız. Ve tabi ki değişimin tüm sorumluluğunu ve acılarını üzerimize alamaz, Tanrı’nın ya da tanrıcıkların bizi kurtarıp, şifalandırmasını bekler dururuz.

Nalan YILDIRIM

2.10.2017


18 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page