FARKINDALIĞIN ŞAHİDİ
Farkındalığa bütüncül bir bakış açısı ile yaklaşmak istediğimizde, Zihin yapımız, rasyonel aklımız, ön yargılarımız, nesnel ve tarafsız bakış açımız ile birlikte, duygulara yaklaşımımızı, duygusal zekâmızı, kendimize özel ve taraflı yanımızı temsil eden öznel bakış açımızı da bir arada düşünmek zorundayız.
FARKINDALIK VE ŞAHİT
En temel açıdan farkındalık bir şeyi fark etme yani bilme halidir. Zihnimizin bir ürünüdür. Bir şeyi, bir diğerinden ayırt edebilme, tanımlayabilme ve kıyaslayabilme yetisinin özüdür. Bu yeti de her şeyi bir başka şeyden referans almadan tanımlayamayan ve bilgi üretemeyen zihinlimizin; düşünme, algılama ve öğrenme biçiminin özünü oluşturur. Farkındalık aracılığı ile edindiğimiz bilgiler, yalnızca kendimizi değil, dünyayı anlamamızı, yorumlamamızı, öğrenmemizi, yaşam vizyonumuzu oluşturmamızı, geleceğe yönelik planlar yapmamızı ve umut beslememizi sağlar. Fark etme yeteneğimiz, aynı zamanda “benlik” algımızın da temelini oluşturur. Yani farkındalık aracılığı ile kendimizi tanımlar, diğer kişilerden ayrı ve farklı olduğumuzu algılarız.
Kişisel farkındalığımızın derecesi, duygularımızın, düşüncelerimizin ve eylemlerimizin ne ölçüde tarafsız bir şekilde ayırdında olduğumuzla belirlenir. Kendimizle ilgili ne kadar doğru bilgiye sahip olduğumuzu, yeteneklerimizin, yeteneksizliklerimizin ve kaynaklarımızın sınırlarını bilip bilmediğimizi gösterir. Bu sınırları doğru bilirsek eğer gerçek olmayan beklentilerden oluşan hayal kırıklıkları ile karşılaşmaz ve suçluluk duygusundan mustarip olmayız. Kişisel farkındalığımız seviyesi aynı zamanda çevremize, ilişkilerimize ve olaylara da dışarıdan, tarafsız ve tüm olasılıkları görebilen bir akıl aracılığı ile bakıp bakamadığımız gösterir. Çevremizi doğru gözlemlemek kadar tarafsız algılamak da çok önemlidir
Farkındalık nesnel öğrenme, anlama yani bilme haliyle başlayıp, sübjektif hallerimize ve duygularımıza kendimizin dışına çıkıp, yine kendimizi tarafsız bir bakış açısıyla gözlemleyebilme yeteneğine kadar ilerleyebilir. Farkındalık “bilme” ile başlasa bile, ancak, kendine kendinden özgür olarak bakabilen “şahit” ile derinleşebilir.
BİLGİ VE ŞAHİT
Farkındalığın temelini oluşturan bilgi nedir? ve nasıl edinilir? Genel olarak geçmiş deneyimlerin izlerinin, önyargı adını verdiğimiz, kendimize özel olan öğrenme filtrelerimizden geçmiş kalıntılarına bilgi deriz. Ne kadar rasyonel olursak olalım, bu izlenimler bize özeldir. Yani bu izlenimlerin nasıl algılandığı, sahip olduğumuz filtrelerin şeffaflığına bağlıdır. Filtrelerimizin ne kadar şeffaf olduğunu anlamamız ise çok zordur. Çünkü her şeye o gözlükten bakar, başka türlü bir bakışın farkında bile olmayabiliriz. Sübjektif ve objektif düşünce bu nokta da ayrışmaya başlar. Sübjektivite, başka türlü bir gözlüğün yani filtrelerin varlığını ret etmek ve herkesin kendisinin ki gibi bir gözlüğü olduğuna inanmaktır. Objektivite ise herkesin faklı bir gözlüğe sahip olma olasılığını kabul etmek demektir. Diyelim ki başka gözlüklerinde olduğunu kabul ettik. Ama bu noktada daha zorlu bir problem devreye girer. En iyi, yani en şeffaf gözlük kimin ki? Tabi ki hepimiz kendi gözlüğümüzü seçmeye eğilimliyizdir. O zaman deneyimlerimizden edindiğimiz bilgilerin tarafsızlığından nasıl söz edebiliriz. Kendi filtrelerimizim ne kadar şeffaf olduğunu nasıl anlayabiliriz? Şahit olarak. Yani, kendi ön yargılarımıza, vizyonumuza ve nesnel olduğunu sandığımız bakış açımıza dışarıdan bakan ve hiçbir ön yargıdan beslenmeyen bir “şahit” olarak. Yani “farkındalığın farkındalığını” geliştirerek.
ÖNYARGI VE ŞAHİT
Esasen, önyargı öğrenmenin olmazsa olmaz bir parametresidir. Aksi taktirde her gördüğümüz nesneyi ya da ortamı, her girdiğimiz ilişkiyi, tanıdığımız her insanı ve hatta kendimizi, tekrar tekrar öğrenmek ve tanımak zorunda kalırız. Zihnimizin taşıyamayacağı bu külfetten bizleri ön yargı kurtarır. Yani kendimizle, tanıdıklarımızla, yaşadığımız ortamla ilgili etiketlerimiz daha önceki deneyimlerden oluşmuştur ve bu etiketler, doğal olarak hayatımızı çok da kolaylaştırır. Ve hatta bu etiketler olmazsa öğrenme işleminin gerçekleşmesi mevcut beyin fizyolojimiz açısından imkansızdır. Bu etiketleri yan yan ve üst üste koyarak kümülatif olarak öğreniriz. İşte bu etiketler güçlü inançlara ve ön yargılara dönüştüğünde bakış açımız daralır. Yaşamı ve kendimizi tarafsız olarak algılamaktan uzaklaşırız. Şahit olmak, her çeşit inançtan ve ön yargıdan uzak olarak bir olaya ya da nesneye tarafsız bakabilmek demektir. Ancak kendi kendimizin şahidi olabildiğimizde, önyargılarımızın varlığını kavrayabilir, sonuçlarını anlayabilir, onları değiştirilme ihtiyacını belirleyebilir, önyargılarımızın bilincinde olabiliriz. Kısacası, önyargı hem öğrenmeyi kolaylaştıran, hem de yeni ufuklara açılmayı engelleyen bir araçtır. Farkındalığın ışığını en fazla tutmamız gereken alandır.
Bu nedenle nesnel farkındalık olmadan bilgiye ve öğrenmeye ulaşamayacağımız gibi, ön yargılarımızı tanımadan ve bilmeden de, kendi kendimizi gözlemleyen bir “şahit” e dönüşemeyiz ve yaşama net, açık ve korkusuz bir gözlükten bakamayız. Ve tabidir ki kendimizi gözlemleyen, kendimizi seyretmek ve onun şahidi olmak (farkındalığın farkındalığı) olan aşamanın gerçekleşmesi imkansızlaşır.
TUTARLILIK VE ŞAHİT
Farkındalığın içkin aşamasında tutarsızlıklarımıza neden olan sübjektif kalıplarımızı ortaya çıkarmamız gerekir. Daha da zoru, yanılsamalarla dolu bir yaşantıyı farkındalık zannederek sürdürme riskimizi görmeliyiz ve bu yanılsamaları gerçekmiş gibi kalpten kabullenme eğilimlerimizin varlığını fark etmeliyiz. Aksi taktirde zihnimiz, davranışlarımızla düşüncelerimiz ve duygularımız arasındaki uyumsuzluğu gördüğünde, bu çelişkinin üstünü kapatmak için her çeşit çareye başvurur. Çünkü bu çelişkiyi açıkça görmek, kendi kendimizi tutarsız ve güvenilmez olarak etiketleyip, öz saygımızı yitirmemize neden olur. Gerçekte içten bir şekilde onaylayamayacağımız edimlerimize sürekli geçerli bir neden yaratır ve bu neden üzerinden onları dış dünyaya karşı sarsılmaz bir inançla savunuruz. Bu çelişkiye düşüp düşmediğimizi anlamak için gönüllü olmak cesaret ister. Ve bunu kabullenmeye hazır, olgun bir bakış açısı gerektirir. Kendi kendimize ne kadar tutarlı olduğumuzu ispat etme ısrarımızı anlamak ve bunların geçerli olanları ile bahane olanlarını birbirinden ayırt etmek, kendi kendimizin “yorumsuz ve tarafsız gözlemcisi” yani “şahidi” olmakla mümkündür.
RUHSALLIK VE ŞAHİT
Spritüal dünyada koşulsuz sevgi farkındalıkla ilişkilendirilir ve genel olarak da farkındalık dendiğinde, evrenin veya tanrının düzenini idrak edebilme yetisinden söz edilir. Ancak bizi bu noktaya götüren nesnel farkındalığımız ise ya yok sayılır ya da küçümsenir. Oysaki zihinsel farkındalık ve nesnel bakış açısına sahip olmadan içsel farkındalığımızın en derin haline ulaşamayız.
Koşulsuz sevgi tabi ki kalpten gelir ancak sevgiyi de içine alan duygular yapıları itibariyle kişilerin yaşam deneyimlerinden edindikleri sübjektif yargıyı da içinde barındırır. Çünkü ruhsal öğretilerde bahsedilen ve dört elementin sonuncusu olan su elementi, kolektif bilinç dışından aldıklarımız da dahil olmak üzere geçmiş yaşantılarımızın içe yansıyan izlerini temsil eder ve bu izler çoğu zaman tamamen bize özel ön yargılarımızın ve sübjektivitemizin süzgecinden geçerek duygularımızı oluştururlar. Su elementi, duygusal zekâ aracılığı ile farkındalığın önemli bir kaynağı olduğu kadar, yanılsamaların, aldanışların, illüzyonların ve kendimizi koruma adına geliştirdiğimiz savunma mekanizmalarının da kaynağını oluşturur. Ve üstelik bütün öznelliği ve sübjektivitesine rağmen su elementi aynı zamanda dönüşümün ve değişimin de kaynağıdır. Ruhsal gelişimimizin en temel paradoksu da budur. Ruhumuzun özü ile bağlantımızı sağlayan iç dünyamızın aynı zamanda sübjektivitemizin nedeni olduğu ve ruhumuzla kuracağımız en derin bağın da duygusal kalıplarımızın kırılması ile mümkün olabileceğidir. Bu paradoksun çözümü, içkin bir farkındalıkla, kendi kendimizin şahidi olarak kendi öznelliğimizin aşılmasında saklıdır.
Dolayısıyla bu dünyadaki ruhsal tekamülün esas zemini budur. Duygusal kalıplarımızı, kodlarımız ve ön yargılarımızı yıkıp koşulsuz sevgiye ulaşmak. Yani farkındalığın içkin halini yaratmak.
Tabi ki ruhsal gelişimin ayrılmaz bir parçası olan, aynı zamanda da yaşamı anlama, yönetme, gelişme ve büyümemizin temelini teşkil eden farkındalığımızın yarattığı ayrılık duygusu ve aidiyetsizlik korkusu ise asla göz ardı edilemeyecek bir sonuçtur. Ancak kapsamın büyüklüğü itibari ile bu yazının sınırlarına dahil edilmemiştir.
Nalan Yıldırım
5.10.2017